28 Ekim 2009 Çarşamba

Bursa Nutku

Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.

Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek”

Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.”

İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!

27 Ekim 2009 Salı

eski günlerimiz

Benim çocukluğumda annelerimiz çalışmazdı.
Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım.
Hatta babanım bile anahtarı yoktu. Annem evimizin bir parçası
gibiydi,hep evdeydi.
Heryere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecek bir yer yoktu
ki.

En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.
Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.
Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.
Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar, oynaya, zıplaya
yürüyerek gelirdik.
Servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi.
Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile
dalardık.
Annelerimiz bu durumu bildiklerinden kardeşlerimizle bizlere ekmek
arası bir şeyler hazırlar gönderirdi.
Mahallemizdeki teyzeler annemiz gibiydi. Susayınca girer evlerine su
içerdik.
Ya da pencereden bir sürahi bir bardak uzatır, hepimiz aynı
bardaktan kana kana içerdik.
Kısacacı evine girip gelen ( ki sadece çişi gelen giderdi evine )
elinde mutlaka yiyecekle dönerdi.
Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de gönderirdi.
Bu bazen bir kurabiye bazen bir meyve olurdu.

Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır çantamızın
üstüne koyar oyun bitince geri alırdık.
Çok garip ama kimse almazdı. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi.
Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştılırdık. Polisler gelmezdi
kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı.
Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz, onlar nedir
bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi, en fazla saçlarımızdan
çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, yine oyuna dalardık.
Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık.
Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık.
Azar işitip, acillere taşınmazdık. Düşerdik ekmek çiğner basarlardı
alnımıza, oyuna devam ederdik. Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.

Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim.
Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki. Komşumu tanımıyorum ama evinin
camında,
temizliğe gelen kadını haftada bir görür kolay gelsin der konuşurum.
Onun dışında orada kim oturur hiç bilmem.
Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece ; bilmem kaç kuruş
hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri.
Evlerimiz var içinde yaşayan yok. Parklarımız var içinde oynayan
çocuk yok.
Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks binalar, ışıl ışıl
vitrinler, girip çıkan yapay insanlar...
Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz..

Tahta iskemlelerimiz de oturan yaşlılarımız, onlara dede, nene diye
hatırını soran çocuklarımız yok oldu.
Ben kapılarında ' vale ' lerin, ' bodyguard ' larin beklediği yerlerden
hep
korkmuş çekinmişimdir.
Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp, taksidini
bitiremediği
arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermek ters gelir bana.
Benim değildir bu kültür.
Ne ruhuma, ne kültürüme ne de cüzdanıma hitap eder.
Nedir bunlar?
Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.
Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.
İyi de neden böyle olduk ?
Biz mi istemiştik?
.
.Her toplum haketiği gibi yönetilir derler ya,hakettiği gibide yaşar
diyelim mi ?

yazıyı bi arkadaşım yollamış, bazı yerlerini okurken tebessümler oluştu yüzümde, bizim güzel çocukluğumuzdan bahsediyodu. ama ruhsuz kelimesini okuyunca dedim tamam işte budur, artık o kadar ruhsuz o kadar isteksiz yaşıyoruz ki hayatı. şimdi uğraşamam deyip komşumuzla selamlaşmamak için yolumuzu değiştiriyoruz, bütün gün işte yetmiyormuş gibi akşamları evde bilgisayarla yaşıyoruz. günde 4 saat trafik çekip, üstüne müdür, çalışan, müşteri kaprisi ekleyip ancak kendimizi evdeki rahat koltuklarımıza atabiliyoruz. saçma sapan dizileri, yarışma programlarını izleyip yorgunluktan uyuyakalıyoruz zaten. ertesi gün gene aynı koşturma.
ben ruhsuz kelimesini bu aralar pek yakıştırdım kendime, umarım size uymuyordur :))

26 Ekim 2009 Pazartesi

yorumsuz

Neden böyle bişey yaptığını gerçekten anlamış dilim. Dün ilk önce müsait dilsin diye düşündüm sonra telefonlarımı açmadığını düşündüm sonra dedim ki evde unuttun telefonunu herhalde, telefonum da yok normal olarak arayamadın. En son herhalde birine çok kötü bişey oldu ve müsait dildin diye düşünmeye başladım Allah korusun. Sonra dedim ki ne olursa olsun yarın geri dönüş yapar bana, sonuçta en kötü telefon açıp kusura bakma diycek, insan birinden nefret etse bile 4 defa arandıysa bi geri dönüş yapar nezaket icabı, ee bildiğim kadarıyla G…. de kaba bi insan diil.

Sonra bu sabah oldu, senden gene ses soluk çıkmadı, bu sefer gerçekten meraklanmaya başladım, başına bişey mi geldi diye, aradım gene telefon açılmadı. Hala iyi niyetli olarak dedim müsait dildir, öğle yemeğinde aradım o yüzden ama gene cvp yok, gene msjlarıma cvp yok. Senden bir cevap alabilmek için iş mailine bile mail attım ama sen onu da kale almadın.

Sapık gibi seni arayıp sormaktan keyif almıyorum, tek derdim ne olduğunu öğrenmek, açıkçası öğrenene kadar da işin peşini bırakmayı düşünmüyorum. Hani sen yufka yürekliydin, merhametliydin noldu???? Bana bir cevap verecek kadar yüreğin yok mu, bana seninle görüşmek konuşmak istemiyorum deyip bunun sebebini açıklayacak kadar adam olamadın mı????

O gece ne dedim sana, ben bu saatten sonra çoluk çocukla uğraşmak istemiyorum dedim. Sen 31 yaşına gelmişsin, görmüşsün geçirmişsin ama adam olamamışsın. Derdin erkeklik gururunun okşanması idiyse, niyetin 2 gün takılmaksa neden yok sevgilim, onu yaparız, bunu yaparız deyip durdun. Öyle tavlamak daha mı kolay geldi, şimdi karşıma çıkıp zaten benim sevgilim vardı, sen de biliyodun ayrılmıyorum naparsan yap mı diyceksin? Bu seni arkadaşlarının gözünde daha mı erkek yapıcak, ya da sen kendini daha mı erkek hissediceksin? Ben sana söyliyim senden bişey olmaz

Benim hatam aslında, ben ne diye elin adamına güvendim, gayet hesapsızca yaklaştım ki. Niye senin söylediklerinin ya da yaptıklarının samimi olacağına inandım ki?? Şimdiye kadar hiç dürüst bir erkek çıktı mı karşıma ki senin dürüst olabileceğine inandım.

Hep diyordun ya sana öyle bir şey yapacağım ki wouwww G….. diyeceksin. Dedim ya J gerçekten dedim wouwww hatta bravo da diyorum, çok güzel becerdin beni havalandırıp sonra popo üstü oturtmayı. Resmen havadan yere bıraktın bi anda beni, neye uğradığımı şaşırdım. Ama yaralarım henüz çok yeni, büyük ihtimalle kırıklarım da henüz sıcaklığından dolayı hissetmiyorum, sonrasında çok canımı yakacaklar biliyorum ama yine de üstesinden gelicem her zaman yaptığım gibi. Sadece kalbim daha da taşlaşacak, zaten aşka inanamayan ben iyice soğuk kalpli, nalet bi kadına dönüşücem.

Teşekkür ederim sana, bana hayatta sevgi, saygı,erdem gibi kavramların kalmadığını ve kimseye güvenilmeyeceğini hatırlattığın için. Hani işin peşini bırakmıycam demiştim ya, boşver bırakıyorum gitsin, ne halin varsa gör. Benden uzak ol yeter.

20 Ekim 2009 Salı

ne günlere kaldık

Normalde blog da siyasetten bahsetmek gibi bir alışkanlığım ya da düşüncem yok, ama sinirden çıldırmak üzereyim ve içimi dökmezsem patlayabilirim.

neyle suçlandıkları belli olmayan gazateciler, yazarlar, komutanlar cezaevinde ama suçları bariz ortada olan pkk lılar yandaşlarına karanfil atıyorlar. Neymiş efendim silahlı operasyona karışmamışlar.

ya adamlar pişmanlık yasasından bile faydalanmadılar, nası serbest bırakıyosunuz, nasıl DTP otobüsünün tepesinde halkı selamlamalarına izin verirsiniz yaaaaaaaaaaaaaaaaaaa. NE GÜNLERE KALDIK, eeeeeeeee sayın başbakanımız şehitlere "kelle" , apo ya sayın öcalan derse olacağı bu tabi.

senin ülkenin başkentinin belediye başkanı Atatürk'ün resmini indirtir, tabelalardan Atatürk ismini sildirir, yerine kendi resimlerini falan astırırsa olacağı bu tabi.

siz ancak yiyin için, ne politika yapın ne muhalefet yapın ancak koltuklarınız ayapışın, kriz yok deyin, çocuk doğurun deyin, o arada insanlar fakirleşsin, intiharlar çoğalsın ama siz sadece kendinizi düşünün.

Atatürk'ün ne kadar büyük bir adam olduğunu görün işte, hala ondan korkularından unutturmaya çalışıyorlar ama MÜMKÜN DİİL. Bir avuç bile kalsak unutturamayacaksınız, bastıramayacaksınız.

15 Ekim 2009 Perşembe

ne iş?

bugün bi arkadaşım "bu aralar sende bi güzellik var, ne iş?" dedi. düşündüm hakkaten ne iş :))) bu aralar pek bi mutluyum demek ki etkisi olmuş görünüşe de :))))umut fakirin ekmeği :)) ufacık bir kıvılcım bunu yapıyorsa, umarım bu kısa zamanda yangına dönüşür :)))

cadılar bayramı



bizim kültürümüzle falan bi alakası olmadığını hatta fazlasıyla Amerikan muhabbeti olduğunu biliyorum ama bir "Cadılar Bayramı" partisine davet edildim.
nedense bir kostüm giyip gitme konusunda heveslendim :))) ama ne giyeceğim konusunda bi fikrim yok :)) bana yardım edip fikirlerinizi paylaşırsanız sevinirim :)))

aklımda şu resimdeki gibi bir taç kullanmak var ama kıyafet konusunda kararsızım :)))

13 Ekim 2009 Salı

what is love

Bugünlerde gezindiğim birkaç tane blog da gözüme çarptı bu yazı ve çok hoşuma gitti. anonim olduğunu düşündüğüm için ben de paylaşmak istedim. eğer birinden hırsızlık yaptıysam özür dilerim :)))



"Love is the scars on your knees, the leftover food in the rerigerator, the song the birds sing, the pain you inflict, the sweet nothingness which flutters from your lover's mouth, a half-complete cigarette, diet coke which fizzles on your tongue, the rainbow sprinkles on your cupcake, the battered package you received in the mail the other day, the sound of wind escaping through a small gap in your window, the dampness in your hair, the chipped red varnish on your finger nails, your grandmother's musical box, ballet shoes you've had since you were five, the music playing on your car stereo, the flaky paint on your walls, the bubblegum stuck under desks, the tooth-fairy, your hands and the things you can make with them, the kisses you blow, the clothes you wear, 5am morning breath, your sensitive teeth, the tingly feeling you get when you get touched at certain parts of your body, the tangles in your lover's hair, sleepless nights, overdosing on painkillers, undeserved success and recognition, telling lies and not getting caught, blacking out from consuming too much alcohol, being desired by multiple parties, solving a mathematical problem, watching the people around you, watching the people fucking up around you, screaming out of your window in the middle of the night, flaming your lover's ex, make-up sex, smudged mascara, dishevelled hair and smeared lipstick, the coffee and bagel you digest on a daily basis, little children, silence, recyclable materials, trees, photosynthesis, grotwth, developlment...

No. Love is - you, I and a careless mixture of everything else we worry about. "

9 Ekim 2009 Cuma

Choosing a wife

Choosing a wife


A man wanted to get married. He was having trouble choosing among three likely candidates. He gives each woman a present of $5,000 and watches to see what they do with the money.

The first does a total makeover. She goes to a fancy beauty salon, gets her hair done, new makeup; buys several new outfits and dresses up very nicely for the man. She tells him that she has done this to be more attractive for him because she loves him so much.

The man was impressed.



The second goes shopping to buy the man gifts. She gets him a new set of golf clubs, some new gizmos for his computer, and some expensive clothes. As she presents these gifts, she tells him that she has spent all the money on him because she loves him so much.


Again, the man is impressed.



The third invests the money in the stock market She earns several times the $5,000. She gives him back his $5,000 and reinvests the remainder in a joint account. She tells him that she wants to save for their future because she loves him so much.



Obviously, the man was impressed.



The man thought for a long time about what each woman had done with the money he'd given her.



Then he married the one with the biggest tits.

Men are like that, you know.

moda felaketleri

allahım kış geliyo ve malesef UGG botlar gene ortaya çıkacak. HAYIRRRRRRRRRRRRR
yani tamam bişeyin moda diye giyilmesini anlamaya çalışıyorum ama herkesin ayağında ya da üstünde olan birşeyi edinmek için bu kadar para verilmesine, bu kadar hevesli olunmasını anlayamıyorum.

Nefret ettiğim moda akımları

- UGG botlar

Kısaca ÖĞĞĞKKKK geldi herkeste görmekten. hele de kızlar kısacık eteklerin altına, sıcakta çprapsız giymiyolar mı aaaaaaaaaaaaa



- Kırmızı Puma Ayakkabılar

bikaç sene önce kırmızı Puma manyaklığı çıkmıştı. itiraf ediyorum ilk birinde gördüğümde aaa ne hoş, orijinal diye düşünmüştüm ama arkadaşım 10 kişiden 9 unda aynı ayakkabıyı görünce alıp giyer miyim yaaaa



- Şalvar altı topuklu ayakkabı

ben zaten normalde şalvardan nefret ederim, yok pardon nefret ederim abartı oldu biraz. ama böyle altına doldurmuş gibi duran şalvarlardan ömrüm boyunca hoşlanmadım. bu yaz bir tane şalvar edindim ama bildiğiniz yere kadar uzun etek modunda, şalvar olduğu belli bile diil ve de çok rahat kabul ediyorum amaaaaaa büyük konuşarak şu yarım şalvarlardan ömrüm boyunca giymeyeceğime söz veriyorum :))) hele de bu şalvarların altına topuklu ayakkabı giyilmesi tüylerimin diken diken olmasına sebep oluyor. Seda sayan bu akımın Türkiye'deki öncülerinden, kendisinden de bu yaratmaya çalıştığı modadan da hoşlanmadım, hoşlanmıyorum.



- İkoncan ayakkabıları

Allahım bu kadınlardan da, kıyafetlerinden de, ayakkabılarından da sıkıntı bastı. bir de çıkıp biz aslında nitelikliyiz, bizi hiçbirşey yapmayan kadınlar gibi gösteriyolar diyorlar ya işte orda kan beynime sıçrıyor. yahu ne neiteliğiniz var koca parası yemekten başka allah aşkına. koca parası yiyip size özenen ufak ufak ikoncanlar yetiştirmeye çalışıyorsunuz. hepiniz modacı oldunuz başımıza. sizden de, sözde tarzınızdan da, saçma sapan demeçlerinizden de hoşlanmıyorum ama en çok da ayakkabılarınızdan nefret ediyorum. Komiksiniz ya Paçalı Tavuklar :))))



- Solaryum patlaması

tamam kabul ediyorum arada sırada ben de solaryuma giriyorum özellikle yazın bir düğüne vs açık elbise giymem gerekiyorsa ve ben süt beyazıysam :))) amaaaaaaaa dışarda lapa lapa kar yağarken suratımda tüp patlamış gibi bir renk de dolaşmak bana göre diil. biraz bronzluk kesinlikle herkese yakışan birşeydir ama turuncu olmak istemiyorum. siz de olmayın, cildinize yazık :)))



daha bi ton sıralayabilirim büyük ihtimalle ama ilk aklıma gelenler bunlar. şu caddede kızılay dağıtmış gibi tek tip yürümeye hevesli insanları anlayamıyorum gerçekten. ama demek ki bunun da toplumca kabul edilmek gibi bir getirisi mi var bilemedim :)))

herneyse ben içimi döktüm, gerisi size kalmış :)))

8 Ekim 2009 Perşembe

amazon.co.uk




ya hafta sonu şöyle nostaljik filmlerle romantik bişeyler yapiyim diyodum ama hala ve hala amazon.co.uk den ısmarladığım 3 adet muhteşem Audrey Hepburn filmlerim elime ulaşmadı :(( 1 ay oldu sipariş veridğim. hep en geç bir hafta içinde elimde olan filmler bu sefer kargo azizliğine uğradı.

üzgünümmmm

7 Ekim 2009 Çarşamba

Thomson Airways Safety Video

Sabah seyrettim, inanılmaz hoşuma gitti. Bu kadar senedir uçağa binerim ama açıkcası ilk defa anlatılanlara bu kadar dikkat ettim :))))

dost



şu facebook u bazen çok seviyorum, en azından sayesinde eski dostlarıma kavuştuğum zaman. dün akşam yaklaşık 12 senedir görmediğimiz bir dostumuzla buluştuk.12 sene dile kolay, ama işte gerçek dostluk kendini belli ediyor, buluştuğumuz ilk dakikadan itibaren hayatımızda kimsenin bilmediği bütün olayları birbirimize sıralamaya başladık. meğer ne çok şey tutmuşuz içimizde, etrafımıza anlatamadığımız.

evet etrafımızda bir sürü insan var, çok sevdiğimiz, yakın arkadaşımız olan insanlar var ama DOST dediğin sadece lafta kalan bi olgu diil. benim çok sevdiğim dostlarım var, kendimi bu konuda çok şanslı görüyorum, üstelik bu dostluklarımın en yenisi bile 7-8 senelik, diğerleri zaten 20 sene kadar oldu :))))

dost dediğin insan iyisinde kötüsünde yanında olur ama gerektiğinde sadece yanında olup seninle beraber susar, gerektiğinde senin susarken attığın sesiz çığlıklarına döktüğü gözyaşları ile ortak olur. gerektiğinde kendi acısını en derine gömüp senin acını ya da sevincini paylaşır. o seni suistimal etmez, senin de onu etmene izin vermez. doğrunda yanlışında kendi fikrini seninle paylaşır ama sonucu ne olursa olsun senin yanında, arkanda durur sana desteğini hiç bir zaman esirgemez.

bazen insan sadece birine sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamak ya da sıkıca sarılıp yüreğindeki mutluluğun ve sevginin paylaşılmasını ister, bunun için sana kollarını ve yüreğini bütün içtenliği ile sonsuzca açan birindan daha iyi dost olabilir mi :))) dostunla yıllarca görüşemesen de görüştüğünde sanki dün ayrılmış gibi hissedersin, hatta oturduğun masadan tuvalete gitmek için bile kalkmak zaman kaybı gibi gelir, öylece 5 saat oturup sohbet edebilirsin :))

işte biz dün gece aynen bunları yaşadık, eski günleri yad ettiğimiz kadar, şimid ve gelecek zaman için de umutlarımız paylaştık, bunların hepsini 3 saat gibi kısacık bir süreye sığdırdık gibi görünebilir ama biz bunları birbirimizin gözlerine tekrar baktığımız o 3 saniyede paylaşmıştık zaten. o andan itibaren biliyorduk ki hayat çok daha güzel ve yeni anlar yaratacaktı bize :)))

sizi seviyorum kızlar, iyi ki varsınız :)))))))

5 Ekim 2009 Pazartesi

Gracias a la vida - Thanks to life

Gracias a la vida

gracias a la vida, que me ha dado tanto.
me dio dos luceros, que cuando los abro,
perfecto distingo lo negro del blanco,
y en el alto cielo su fondo estrellado,
y en las multitudes el hombre que yo amo.

gracias a la vida, que me ha dado tanto.
me ha dado el oído que, en todo su ancho,
graba noche y día grillos y canarios
martillos, turbinas, ladridos, chubascos,
y la voz tan tierna de mi bien amado.

gracias a la vida, que me ha dado tanto,
me ha dado el sonido y el abecedario.
con él las palabras que pienso y declaro,
"madre,", "amigo," "hermano," y los alumbrando
la ruta del alma del que estoy amando.

gracias a la vida, que me ha dado tanto.
me ha dado la marcha de mis pies cansados.
con ellos anduve ciudades y charcos,
playas y desiertos, montañas y llanos,
y la casa tuya, tu calle y tu patio.

gracias a la vida que me ha dado tanto
me dio el corazón, que agita su marco.
cuando miro el fruto del cerebro humano,
cuando miro al bueno tan lejos del malo.
cuando miro el fondo de tus ojos claros.

gracias a la vida que me ha dado tanto.
me ha dado la risa, y me ha dado el llanto.
así yo distingo dicha de quebranto,
los dos materiales que forman mi canto,
y el canto de ustedes que es el mismo canto.

y el canto de todos que es mi propio canto.
gracias a la vida que me ha dado tanto.

Thanks to life

thanks to life which has given me so much,
it gave me two eyes that when i open them,
i can distinguish perfectly black from white,
and in the high heaven its starry background,
and in the multitudes the man i love.

thanks to life which has given me so much,
it's given me sound and the alphabet,
and with it the words that i think and declare,
mother, friend, brother, and burning light,
the route of the soul of the one i am loving.

thanks to life which has given me so much,
it's given me sound that in all its magnitude,
records night and day crickets and canaries,
hammers, turbines, dogs' barks, storms,
and the voice so tender of my good beloved.

thanks to life which has given me so much,
it's given me the steps of my tired feet,
with them i walked though cities and puddles,
beaches and deserts, mountains and plains,
and your house, your street, and your patio.

thanks to life which has given me so much,
it's given me laughter, it's given me tears,
thereby i distinguish good fortune from ruin,
`the two materials that make up my song,
and the song of all of you that is my own song.

thanks to life which has given me so much!

Mutlaka daha önce biryerlerde dinlediğim, kulağımın aşina olduğu bir şarkıydı ama "Cahil Periler"de ilk duyduğumda belki de filmin etkisiyle beni büyüleyen bir şarkı olmuştur. Ferzan Özpetek filmlerini her zaman sevdim. Konularının etkileyiciliğ, oyuncularının çok iyi olması gibi klasik konulara girmeyeceğim zira onun filmlerini sevenler bunları zaten biliyorlar. Ben filmlerinde kullandığı müziklerden her zaman kelimenin tam anlamıyla büyülendim. Malesef artık siyasal görüşlerinden dolayı onaylamadığım ve tepkili olduğum bir insan bile olsa Sezen Aksu'nun şarkılarının bile farklı bir anlam kazandığına inandırmıştır beni :))

Herneyse şarkının İspanyolcasını ve İngilizce çevirisini paylaşmak istedim bugün. Aslında ne kadar çok müteşekkir olmamız gereken şey var hayata dair, bunları en basit dille anlatan dörtlükler belki de :) ağlamak ve gülmek kardeştir dedi bugün bir arkadaşım, ne kadar doğru diye düşündüm bir anda. insanlar gülerken ağlayabiliyor, ya da ağlarken bir anda kahkahalara boğulabiliyor. Hayata teşekkürlerini sunup, ona basit dizeleri ile minnettarlığını belirten Şilili söz yazarının ise intihar etmiş olması ayrı bir ironi konusudur aslında.

Sonuçta hayat bir yandan bizden alırken, bir yandan da cömertce sunuyor, önemli olan bizden götürdüklerine üzülmek yerine, bize getirdiklerine kucağımızı açıp mümkün olan en iyi şekilde bunları değerlendirmek.

Bi sürü yazmışsın, akıl vermişsin ama sen bunların hangisini yapıyorsun derseniz mutlaka yapamıyorum ben de çok fazla. Ama genel olarak yaşadığım ve verdikleri için minettar olmaya çalışıyorum hayata beni üzse de.

Çok sevdiğim bir laf vardır "Tanrıyı güldürmek istiyorsanız, ona planlarınızdan bahsedin" diye. hayat o kadar büyük bir hızla geçiyor ve değişiyor ki 5 dakika önce düşündüğünüz bir şey 5 dakika sonra geçersiz olabiliyor.

Hayatı sevin ve mümkün olduğu kadar keyif almaya çalışın yaşadığınız her dakikadan. Malesef ne zaman biteceği belli olmuyor.